Göz Nasıl Algılar? Görmenin Tarihsel ve Toplumsal Serüveni
Bir Tarihçinin Samimi Girişi
Bir tarihçi olarak sık sık şu soruyu düşünürüm: İnsan, görmeyi ne zaman öğrendi? Elbette doğduğumuz andan itibaren gözlerimiz açık; fakat görmek, yalnızca bir biyolojik işlev değil, tarih boyunca şekillenmiş bir anlamlandırma biçimidir.
“Göz nasıl algılar?” sorusu, yalnızca bir fizyolojik süreci anlatmaz; aynı zamanda insanın dünyayı, kendini ve diğerlerini algılama biçimini de açığa çıkarır.
Görmenin tarihi, aynı zamanda bilginin, inancın ve bilincin tarihidir.
Antik Dönem: Görmenin Felsefi Başlangıcı
Antik çağlarda insanlar, gözün nasıl gördüğünü anlamaya çalışırken aynı zamanda “gerçeği” de sorguluyordu. Platon’a göre göz, içinden ışık saçan bir kaynaktı; bu ışık dış dünyaya ulaşıp nesneleri aydınlatıyor, ardından tekrar göze dönüyordu.
Oysa Aristoteles, tam tersini savundu: Görme, nesnelerden gelen ışığın göz tarafından alınmasıyla gerçekleşir.
Bu farklılık sadece bir bilimsel tartışma değildi — insanın evrenle ilişkisini anlama çabasıydı.
Birinde insan “ışık saçan özne” iken, diğerinde “dünyayı yansıtan bir varlık”tı.
Yani “göz nasıl algılar” sorusu, aynı zamanda insanın kendini nerede konumlandırdığı sorusuydu.
Orta Çağ: Işık, İnanç ve Görme Arasındaki Bağ
Orta Çağ’da görme, dini bir anlam kazandı.
Işık, Tanrı’nın bilgeliğiyle özdeşleştirildi. Bu dönemde Arap-İslam dünyasının bilim insanları — İbn el-Heysem (Alhazen) başta olmak üzere — görme üzerine devrim niteliğinde çalışmalar yaptılar.
Alhazen, ışığın göze dışarıdan geldiğini kanıtlayarak modern optiğin temellerini attı.
Bu, yalnızca bilimsel bir buluş değil, aynı zamanda insan merkezli düşünceye geçişin ilk adımıydı.
Çünkü artık bilgi, kutsal bir kaynaktan değil, gözlemin kendisinden doğuyordu.
Göz, Tanrı’nın değil, insanın anlam arayışının bir aracına dönüşüyordu.
Rönesans: Gözün Bilimle Buluşması
Rönesans dönemi, gözün yeniden keşfedildiği bir çağdır. Leonardo da Vinci ve çağdaşları, gözün anatomisini inceleyerek resim sanatında perspektif kavramını geliştirdiler.
Bu, yalnızca sanatın değil, bilimin görsel devrimiydi.
Görmek artık Tanrı’ya değil, insanın merakına dayanıyordu.
Bu dönemde insanın “görme biçimi” değişti:
Göz, artık dünyanın merkezine yerleştirilen bir bilgi aracına dönüştü.
Bir anlamda, Rönesans insanı “dünyayı gözünden yeniden yarattı.”
Modern Bilim: Gözün Biyolojik Gerçekliği
Bugün biliyoruz ki göz, dış dünyadan gelen ışığı retina tabakasına düşürür, burada fotoreseptör hücreler (çubuk ve koni hücreleri) bu ışığı elektriksel sinyallere dönüştürür.
Bu sinyaller görme siniri aracılığıyla beyne iletilir ve orada “görsel algı” olarak yorumlanır.
Yani göz aslında dünyayı değil, beynin oluşturduğu bir temsili görür.
Bu bilgi, yalnızca fizyolojik bir bulgu değil, aynı zamanda felsefi bir kırılmadır.
Çünkü insanın gördüğü şey “gerçek” değil, beyninin yeniden inşa ettiği bir imajdır.
Bu da tarih boyunca süregelen bir soruyu yeniden gündeme getirir: Gerçeği mi görüyoruz, yoksa görmek istediğimizi mi?
Toplumsal Dönüşüm: Görmenin Kültürel Kodları
Görme eylemi, tarih boyunca toplumsal ilişkilerle iç içe olmuştur.
Orta Çağ’da görmek kutsal bir deneyimken, modern çağda gözetim ve kontrol aracı haline geldi.
Bugün “görmek”, yalnızca gözle değil, kameralarla, ekranlarla, algoritmalarla gerçekleşiyor.
Toplum, artık gözün medyatik çağını yaşıyor.
Artık biz dünyayı değil, dünyanın bize sunulan görüntüsünü izliyoruz.
Görsel kültür, gözün işlevini dönüştürdü:
Göz, artık anlam üretmekten çok, veri tüketen bir organ haline geldi.
Sonuç: Gözün Tarihi, İnsanlığın Kendini Görme Tarihidir
“Göz nasıl algılar?” sorusu, bir bakıma “İnsan dünyayı nasıl anlar?” sorusunun da kardeşidir.
Antik çağda mitlerle başlayan bu serüven, bugün nörolojik laboratuvarlarda devam ediyor.
Ama değişmeyen bir şey var: İnsan, gördüğü şeyle anlam kuruyor.
Belki de en derin soru şudur: Gözümüz dünyayı mı görür, yoksa kendimizi mi?
Geçmişten bugüne uzanan bu görme yolculuğu bize şunu hatırlatıyor: Göz yalnızca bir organ değil, insanın tarih boyunca anlam arayışındaki en sessiz tanıktır.